24 Eylül 2012 Pazartesi

Mavişehir Atlası

Celalsalik'in ekşi sözlükte, Ahmet Uğur Yaşar'ın facebook da yayınladığı bu yazıda gayri resmi aşk tarihinin miladı Aşk Gemisinden, sığındığımız en ücra koy olan Sarıkuma kadar uzanan ve tuhaf bir "insanı saklama" özelliği olan Mavişehir'i özetliyor.  Kimbilir belki yazarının yolu bir gün bu sayfaya düşer..

**********

Aşk Gemisi
 bir tazenin ayva tüylü dizlerine baş koymak içindir aşk gemisi. harcı sessizlik -ki söylenmemiş sözlerdir o-, rüzgar ve iğde ağaçlarıdır. denir ki gayrı resmi aşk tarihinin miladıdır. yirmi altı iğde ağacı vardır ( dokuz da ufaklık var peşi sıra ) , yirmi altısı da şahittir bu yazdıklarıma. mavişehir'i karşısına alıp seyretmek, dert yanmak isteyenler için bulunmaz nimettir bu burun. tüm mavişehir'i sere serpe gören de, sırtını dönen de bu burundur çünkü. en ucu keldir, ağaçsızdır. burayı yeni keşfedenler mutlak burada otururlar. batıya bakan uçtan yedinci iğde ağacı, burnun en gözde ağacıdır, bilen bilir. sır tutan, saklayan, ele vermeyen bir ağaçtır bu. yaşı genç ama dalları yerlere değin uzanır. sadık, serin bir gölgesi, hoşça kokusu vardır. altında bulunan bank, diğerlerinden biraz daha uzakçadır. doğuya bakan, uçtan iki ve üçüncü iğdelerin de yeri ayrıdır, bir kusurları vardır yalnız, mavişehir'e yüz çevirirler. burun akşamları şenliklidir, gülüşmeler, kıçları tokuşturulan içki şişeleri, teknelerin gıcırtıları, iğde uğultuları, lokma kokuları, birbirine karışan müzik sesleri, sedef koy'dan dönen arabaların ışıkları, iskelede el fenerleri, balıkçı sesleri... öğlense hüzünlüdür. kıyıya karşı oturmuş insanlar, bir monolog seslendiriyorlardır içlerinden. eminim hepsi aşklarını ilan ediyorlar şimdi. insan sevgilisiyle gelemez buraya çünkü, ancak hayaliyle gelir onun. denizden yana, şöyle karşısına oturtur; yahut dizinde uyukluyordur. anlatır, anlatır, anlatır... yapabilmiş midir birimiz bile bunu, sorarım. ah, ne mümkün! ah, ne mümkün !"

Sarıkum
 kim inanırdı, ardında deniz uzanıyor!
sızabildiğimiz en ücra koy, saman balyalarının berisinde başlıyor. evvelinde yalnız bir ağaç uluorta; gölgesinde çekilen fotoğraflar yok mu! karar perdemiz, son durağımız sarıkum. en aşığımız en ucuna dek gitti. uçurumun kıyısındaki üzgün sedirin altında iki kişilik bir mabed bulunur üstelik. deniz tarafından gidiş yoktur, deniz kestaneleri ve sarp kayalarla korunur. üstteki yol ise tel örgülerle çevrilmiş, başında nemrut köpekler beklemektedir. dileyen kayalara tırmanıp öyle gitmelidir. kayalarına güven olmaz, kancıktır. elinizi attığınız elinizde kalır, ayağınızı bastığınız ayaklarınız altından kayıverir ama çıktıktan sonrası pek keyiflidir. iki kişi ancak sığar, her daim sadık sedir gölgesi sırtınızda, el değmemiş bir deniz kayaları dövmekte.
 "boynu güzelim, yağmurlu bahçem... ah olmasaydı ayrılık. unutacaksın, unutulacağım. yazık! " işte bu ağacın altıdır, dörde katlanmış çizgisiz kağıtlara beceriksizce çiziktirilmiş harfler, yarım kalan cümleler. ben o kağıtta parmaklarının gölgesini bile arayacağım. tek müridi ben kalmışsam ya o mabedin? ah, yine de, yeniden."

kumsal
 kumsalı boydan boya gezen bir duvar vardır. oturduğunuzda ayaklarınız kuma değer. kum geceler gümüş rengidir, zaten gece olmamışsa kumsala ne diye gidilir? ortada bir sokak lambası durur, fazlaca uzun, sıska ve yalnızdır. mavişehir’in her yanında yalnız bir şeyler mutlak vardır. lambanın soğuk metalik ışığının sızamadığı iki uç bulunur. aşıklar her yerde olduğu gibi burada da uçlardadırlar."

Dört iğdenin altı
 uçlardan biri çayır tarafındaki iğde ağaçlarının altıdır. dört iğde ağacı büyükten küçüğe sıralanır. uzaktan bakıldığında iğdelere, okaliptuslardan korkmuş da birbirlerine sarılıp tortop olmuş, bir köşeye sığınmış gibidirler. büyükleri belki de mavişehir’in en yaşlı, en ulu iğdesidir –ki iğde ağacı ne kadar ulu olabilir?-. iğdeler tüm ağaçlardan farklıdırlar, onların yerleri apayrıdır. sevimlidirler, şefkatlidirler, hüzünlüdürler, büyüklenmezler, narindirler, çabuk kırılırlar. handiyse biraz kız gibidirler, olsa olsa yeniyetme tüysüz bir oğlan. buz tutmuş gibi buğulu minik yapraklarını avuç içlerinde ufalar mutlaka her
 altında oturan. iğdeler olmaya başlamış, tozları kolaylıkla dağılıyorsa ayalarınızda bilin ki aylardan ağustos –sarı ağustos-, bir yaz daha bitiyor. öyle ya insan ne takvimi getirir usuna, ne de saatleri yaz aylarında. ayın on dördü yoktur, saat on biri beş geçmez; ya yaz başlıyordur ya yaz biter. ayrılık vaktinin geldiğini yazlıklarda iğdeler söyler.  ( iğde çıplak görmeyeyim seni  o güzel yapraklarını dökme e mi? )"

sakla beni
 mavişehir’in tuhaf bir özelliği var, ben geç fark ettim: insanı saklıyor. yanınızda bir arkadaşınız ya da sevgiliniz yahut yalnız başınasınız ve sizi başka kimse görmesin istiyorsunuz diyelim, yapılacak iş belli: saklanacaksınız. işin garibi mavişehir oldukça küçük bir yer ve neredeyse insanların yarısını tanırsınız. hepiniz en az bir kez karşılaşmışsınızdır, kumsalda otururken yanınıza biri gelir ve “… sen misin?” diye sorar tedirgin bir şekilde. siz ses vermeyince de arkasını dönüp uzaklaşır. eminim hepiz bir kez bile olsa bu yenilgiyi tatmışızdır. nasıl bir duygu olduğunu bilirim. gülünç duruma düşmekten utanırım hatta kendime kızarım. utanmanın harcının pişmanlık ve kin olduğunu o yenilgilerde anladım. kumsalda bir uçtan bir uca yürürüm, hüzünlü sokak lambasının altında durur kendimi ifşa ederim, sonra sedef koy’a bakarım. çocuk parkındaki ters dönmüş salların olduğu köye, atatürk parkı’nın karanlık ağaç altlarına, çamlıktaki boş  masalara, lokalde durmadan okey oynayan ve ince uzun sigaralar içen isimsiz orta yaşlı kadınlara, terminalin boğucu yoluna, duraklara, pazardaki boş tezgahlara… en nihayetinde yılarım. ben burada hiçbir zaman aradığımı bulamadım. bu son yazdığım cümlenin tüm yan anlamlarının arkasındayım. ne yalan, bulamadım. en sonunda postanenin yanındaki bakkaldan siyah poşetler içinde üç-beş şişe bira alırım, gider kumsaldaki okaliptusların altlarına uzanırım. biralar bittikçe şişelerini kuma gömer, başımı onlardan yana verip upuzun yatarım. boş bira şişeleri de benim balballarım. yıldızları seyrederim, içimden şarkı söylerim, aşık olduğum kızın yanına uzandığını hayal ederim. “sol eli başımın altında olsun, sağ eli beni kucaklasın.” döner, ensesindeki kıvırcık kumral saçları aralarım. yazlıkların o hiç bitmeyen şampuanlarıyla yıkanmış saçlarını koklarım. isırdığı dudaklarının üzerindeki beyaz, zar gibi ince olan narin deriye bakarım şefkatle. hafif aralanmış dudaklarından elma kokan dişlerinin ışıltısı süzülür, seyrederim. uykulu nefesi beni ürpertir. konuşacak bir şeyler ararım, bulamam, susarım. gözleri gözlerime değsin diye beklerim kederle ve göz göze gelince bana bambaşka bir yerden, çok uzak, çok yabancı bir yerlerden baktığını görürüm. sahte bir gülümseme, ağzı biraz daha aralanır, gamzelerini görürüm. neden bana yabancı? neden beni sevmiyor? belki seviyor ya da “seviyorum” diyor ama benim istediğim gibi değil sanırım. içim yanar, yıkılırım, öfkelenirim. sen öyle bakınca koca dünya bomboş, insansız kalmış gibi korkarım. kurduğum hayallere lanet eder, doğrulurum. birilerinin beni bulmasını beklerim. acaba beni de aramış ve bulamamış var mıdır? evet, sanırım.
sedef koy’un ilerisine doğru yürüyün. öğretmenler sitesi’ne giden yolu takip edin. öğlenleri rengarenk uçurtmaların uçtuğu rüzgarlı tepeye varmadan durun. sol yanınıza bakın. ordayım."

telefon kulübesi
 Çocukluğumdan beri aklımı çelmiştir telefon kulübeleri. o zamanlar korkuyla karışık bir merak vardı içimde, telefon edecek kimsemin olmadığı yaşlardı çünkü. şimdi düşünüyorum da telefon kulübesinden aradığımız kişiler bizim gerçek dostlarımız, ailemizdir. sevgilisini telefon kulübesinden aramamışlar aşk acısını bilmiyorlardır bence.  koyu sarı bir renge boyanır, ortasından da koyu kahverengi bir şerit geçerdi önceleri. kimisi üç yanı camlıydı, kimisinin salt kapısı camdı. korunaklı dururdu. büyük şehirdekilerin birbirlerinden pek farkı yok gibi gelir bana. ben ücralardakilerde gördüm bu havayı. hele yazlıktakiler yok mu? bir ağacı sever gibi severim onları. şehirlerdekinde kulübenin içinde adam dövdüklerini bazen de öldürdüklerini görmüştüm. yazlıktakilerdeyse tedirginlikle etrafı kolaçan eden, gözbebekleri büyümüş sevişen çiftler gördüm. demek istediğim, şehirlerde filmin sonu oynanırken, yazlıkta henüz başlıyordu. önce renkleri değişti kulübelerin. koyu laciverte boyandılar ve ortasından yine bir şerit geçiyordu, bu kez siyah. jetonların yerini üzerinde türlü desenler, türlü resimler olan kartlar aldı. her yerde olduğu gibi mavişehir’de de bu kartları biriktirenler vardı. kulübenin içlerindeki yazılar da değişi tabii. önceden uzun aşk şiirleri, şarkı sözleri, sitemler yazılıydı. yazılanların bir inandırıcılığı vardı, insan okuyunca yüreği sızlardı. sonra yazılar kısaldı, duygular birkaç kelimeye sıkıştırılmaya çalışıldı. artık herkes aşkı için kendini feda ediyor, yalnızlıktan ölüyordu kolayca. sözler azaldıkça duygular şişirildi ve nihayet o güzelim , hüzünlü kulübeler kaldırıldı. şimdi üç yanı açık, yalnızca yüzünüzü gizleyen küçük kafesler var. içlerinde yazı bile görmüyorum nicedir. ne sevişen çiftler ne de uyuyan evsizler kaldı kulübelerde.
 mavişehir’de çok fazla telefon kulübesi yoktur. en işlek olanı atatürk sokağı’nın girişinde bulunan, sırt sırta vermiş iki kafestir. ailesini arayıp iyi olduklarını haber verenleri, iş yerini arayanları, dershaneye sınav sonuçlarını soranları, arkadaşlarına mavişehir’i anlatıp nispet yapanları burada görürdünüz önceden. halbuki kulübeleri hüzünlü bulma sebebim, sevgilisini arayan aşıklardır. onları kolay kolay göremezsiniz. arkanızda biri beklerken sevgilinize ne diyebilirsiniz ki? bu yüzden en ücralardaki kulübeleri yalnızca aşıklar bilir. bu kulübeleri oralara diken de mutlak aşk acısı çekmiştir. ( kumsaldaki merdiveni de belki aynı kişi yıkmıştır! ) mavişehir’deki aşıklar bilir ki sedef koy’dan öğretmenler sitesi’ ne tırmanan yolda, merdivenlerin sonlandığı rüzgarlı tepede, üç yanı camlı eski bir telefon kulübesi vardır. ne ardınızda bekleyen olur –ardıç ağacından başka- ne de gören. bazen uzaktan izlerim bu kulübeyi. içeri giren ya çok kısa kalır ya da çok uzun. neden mi? telefon açanlardan bir çoğu konuşmak için değil dinlemek / duymak için girmiştir içeri de ondan. ”alo” sonra bir ”alo” daha. ardından kendi nabzınızı kulağınıza dayadığınız ahizede duyarsınız. kısa bir sessizlik ve inandırıcı olmayan bir “alo” daha. can çekişir gibi ve yılgındır bu sonuncusu. kimin sustuğunu bilmek acaba nasıl bir duygu? gözleriniz kapalıyken kaç kişiyi tanıyabilirsiniz ya da kaç kişiyi sessizliğinden çıkarabilirsiniz? sonunda iyice cılız bir “ kimsiniz?”. bu kısacık susuş gözleri dolu dolu yapmaya yeter de artar bile.
 nerval kendini bir sokak lambasına asmış. bu günleri görmüş olsaydı, darağacı bir telefon kulübesi olurdu eminim."

korkuyorum anne
 sarıkum’un kuzey yakasındaki burun irili ufaklı yüzlerce kayalıktan oluşmuştur. güneydeki burnun aksine buradaki kayalar güvenilirdir, sizi yarı yolda komaz. usta bir el tarafından küçük küçük parçalar halinde dizilmişlerdir sanki. öyle ki kaçıncı adımı hangi kayaya atacağımız bile  bellidir neredeyse. kayalıklar kimi yerlerde küçük limanlar oluştururlar. buralarda balıklara -karagöz yahut sarıkanattır bunlar-, yengeçlere ve hatta hatta denizatlarına rastlayabilirsiniz. kulak verdiğinizde nerede olursanız olun,  size sarp kayaları yalayan uykulu dalgaların sesini dinletecek şeytan minareleri de görmesini bilen gözlere teslim eder kendini. bana öyle geliyor ki, nerede bulduysanız şeytan minaresini, oranın sesini, oranın dalgalarını, oranın esintisini ve cıvıltısını dinletir size. ben en çok bu kayalıklarda aramışımdır şeytan- minarelerini, buradan bir parçayı yanımda götüreyim diye. ah ne olurdu yaşlı kara yosunlarını, oylumlu güzel kayalarını, aralarında biten yabani çalıları, en çok da terlerinde deniz tuzu kurumuş kız oğlan kızları koklayabilseydim bu şeytan minarelerinde. burunda sarıkum upuzun görülür, hep biraz  dalgalıdır ve belki de bu yüzden çoğunlukla yalnız bırakılır. fakat yine de en çok sarıkum’un müdavimi vardır. rüzgar şiddetini arttırmış, su iyice bulanıklaşmışsa, müdavimler bu uçtan girerler denize çünkü deniz burada daha yosunsuz ve cam gibi berraktır. kayalar denize yakındırlar ve atlamak cesaret gerektirmez, tehlikesizdir. bu burnun adı altınkaya’dır."
tarzan ve jane
 burnun kuzeyindeyse bambaşka bir hava, bambaşka bir manzara vardır. diğer taraf gibi sahili görmez, önünde sonsuz bir deniz uzanır. kayalar yüksek, su yeterince derin değildir hele kimi yerlerde altta uzanan kayalar nedeniyle oldukça sığdır. iki büyük kaya vardır bu yakada. isimler tarzan ve jane’dir. jane, tarzan’a nazaran daha uysal, daha tehlikesiz görünür. denize daha yakındır ama altında uzanan mavilik hem sığ hem de denizkestaneleriyle kaplıdır. tarzan ise hırçın bir şekilde yükselir. denizi yırtmış de kendine yer açmış gibidir. bir metre kadar uzağa atlayabilirseniz tehlikesizdir. iş bu iki kaya tüm mavişehir’li gençlerin korkuyla sınanması, kimilerininse gövde gösterisidir. burnun bu yakasında pek az kız gördüm. yemek için avlanmaya, yaşamak için kas gücüne ihtiyaç kalmaması erkekleri iyice köşeye sıkıştırdı. hal böyleyken kızlardan yalnızca “yeter” veya “daha” duymak isteyen erkekler türediler. henüz o yaşlara gelmemiş yeniyetmelerse tarzan ve jane’in tepesinde korkusuzlukları ve cesaretleriyle tazelerin gözlerine girmeye çalışırlardı."

cehennem yokuşu
 mavişehir’ de korkuyla yüz yüze gelinen bir diğer yer ise cehennem yokuşu namlı sokak’ dır. unutulmuş iki sokaktan biri olan cemal kutay sokak’ ın devamı olan bu yokuşun her iki yanında müstakil evler uzanır. denizden bir hayli uzaktır. tarzan ve jane’ in aksine burada korku arzunun değil, merakın sonucudur. tabiatıyla olunca yetişkinlerden çok çocukları gördüm bu yokuşun başında fakat ne yalan burada da kıza rastlayamadım pek. yokuşun başına bisikletleri ite kaka ancak çıkarırsınız. pedal çevirmek imkansızdır. çocuktum hatırlarım, yokuş başına varmışım, aşağıyı izliyorum. kendimi bırakmaya korkuyorum. tepe uğultulu, kulaklarımda duyuyorum. biliyorum ki bir bıraktım mı kendimi, durmak olmaz. kesiyorum ayaklarımı yerden. tekerleğin vızıltısını duyuyorum ilkin. bacaklarımı iki yana açmışım, pedala dokunmaya bile korkuyorum. yolu yarılayınca yaptığım şeyden pişmanlık duymaya başlamıştım ama ne fayda. tekerleğin vızıltısı iyice tizleşiyor, rüzgarın uğultusu kulaklarımı dolduruyor. evleri beyaz bir sis bulutu gibi her iki yanımda bırakıyorum, kasabı ve pideciyi geçiyorum. sokak boyunca ilerliyor, camiye doğru tırmanıyorum, sol yanımda sakinlerini hiç tanımadığım ve hep merak ettiğim o güzel evleri görüyorum. caminin aşağısında uzanan, bana hep yabancı gelen devlet hatun sokak’ ı geçiyorum hızla. nihayet çocuk parkının oradayım, denizi görüyorum, lokma kokusunu duyuyor, iğdelerle –canım iğdeler- karşılaşıyorum. yokuştan indiğim için çok mutluyum şimdi. kalp atışlarım yavaşlıyor. korku ne güzel şey, sonu böyle olduktan sonra. bir daha yapabilir miyim diye kendimi yokluyorum. hiç sanmıyorum.  bu arada değmeden geçmeyim. unutulmuş diğer sokağı anmak istiyorum. ne lokma ne deniz kokusundan, ne de güzel iğdelerden nasiplenebilmiş, içinden geçmemek için hep yolumu değiştirdiğim, bende adını koyamadığım bir korku, tuhaf bir keder bırakmış olan o yalnız sokağın adı hızır reis sokak’ tır. dört apartmandan mütevellittir. sırasıyla fulya, yasemin, lale ve sokağın tüm hikayesini barındıran, sokağın özeti olan itır apartmanı. yazlığın büyük muamması balıketli ablamız – hani şu kısacık lila eteğiyle ziya sümer sahil gezi yeri boyunca bir aşağı bir yukarı volta atan abla- bildiğim kadarıyla bu tuhaf sokakta, itır apartmanında oturur. ismini bile bahşetmeden çekip gitti ne yazık ki buradan. ne duydum ne de gördüm uzun yıllar. kim bilir nerededir ve kim bilir onun hikayesi neydi? bu atlası önce ona hediye etmek isterdim."

çamlık
 otuz iki çam tekmil birden oluşturur bu huzurlu durağı. ortada bir sokak lambası yine yalnız, yine kederli. lambanın bulunduğu yerden gökyüzü görünür. dolunay olduğu vakit ay ışığı tam buradan süzülür. o geceler sakini daha çok olur çamlığın ve eminim farkında olmayarak. dört beton masa vardır, dördü de ayrı köşelere dağılmışlardır. üzerlerinde türlü yazılar bulunurdu evvelden. şifreli mesajlar, aşk şiirleri, şarkı sözleri, sitemler bazen de küfürler. ben de yazdım o masalara. en çok yukarıda, aydın bey tarafındakine. yazdıklarımın silinip silinmediğine bakardım ilk iş olarak. vefalıydı, kir tutardı, ne yazdıysam kalmıştı. üzerini mozaiklerle kapatmışlar şimdi. öyle soğuk, öyle çirkin ki! hangi zalim, ne istedi bilmiyorum.  hem gençler hem de yaşlılar gelir buraya. yaşlılar daha çok dinlenmek için, sessizlik ve çamlık’ ın yamalı gölgesi için gelirler. bazen de torunlarını getirirler, bisiklete bindirir –hani şu üç tekerlekli olanlara- ya da ellerinden tutar gezdirirler. öğle vakti gelen gençler mayoları ve deniz havlularıyla otururlar. denize gitmeden önceki son duraklardan birisidir çünkü çamlık. bir diğeri de atatürk parkı. nadiren gazete veya kitap okuyanlara rastlarsınız. geceyse burada yalnızca gençler oturur. çamlar uğuldar, televizyon sesleri gelir evlerden, köpek ulumaları duyulur. bazen bir kuş sürüsü havalanır, nadiren yarasalar geçer içinden. yarasalar kavga etmeye korktuğumuz, karşımızdalar ise yol değiştirdiğimiz, gözlerimizi kaçırdığımız, sokaklarda büyüyen isimsiz çocuklara benzer. geceleri aşk acısında ağlayanların seslerini duydum burada. bir de her gece iki sularında, çamlık’ ın aydın bey tarafındaki yukarı girişin yanında bulunan bankta oturan iki delikanlı vardır. biri boyuna konuşur, öteki çaresiz dinler. hiç usanmazlar, her gece bu saatlerde gelirler. seneler oldu onları da görmedim."

terminal
terminaller şehirlerin adlandırılmamış mezarlıklarıdır.
ölüme yakın insanların yüzlerinin hep güldüğünü duymuştum. tuhaf bir mutluluk olsa gerek. anlaşılmaz bulurdum. mavişehir’ in orta yerine oturmuş, saatlerdir insanları izliyorum. şu delikanlı az önce ısmarladığı yemeği unutmuş gibi, dakikalardır dokunmuyor. yalnızca bir-iki lokma aldı. sahilde oturan kızınsa dondurması erimiş, külahtan aşağı doğru süzülüyor. ve işte bitiremeden çöpe attı. yan masamda tavla oynayan şu çocuk hiç kapı alamıyor, üstelik zar da geliyor. kırmızı etekli kız aynı sigarayı kaçtır yakıyor. aşk gemisinden oltasını atmış şu adam belki bir saat oldu, oltasını çekmedi. ileriki masada oturan kız, arkadaşını dinliyor yüzünde hiç inandırıcı olmayan bir tebessümle. arkadaşı durmadan bir şeyler anlatıyor heyecanlı heyecanlı. konuşmanın duraksadığı yerlerde kız belli belirsiz bir sesle gülüyor ve çayından yudumluyor.  söylenenlerin tek kelimesini bile dinlemediğine kalıbımı basarım. hepsinin ama hepsinin yüzünde aynı gülümseme. “ anahtarım kilidinde dönmüyor… rakım bir türlü beyazlaşmıyor… aldığım sigaralar hep nemli çıkıyor…” anlatabiliyorum değil mi? bu insanların hepsi yolcu. ellerinde torbalarla pazardan dönen insanlar göze çarpar. bazen ikişerli gruplar görürsünüz. biri bir taraftan, öteki diğer taraftan asıldıkları bavulu güç bela, yalpalayarak getirirler. arada bir arkada kalan arkadaşlarına dönerler, gülüşmeler… terminalde insanı mutlu edebilecek tek görüntü budur işte. ben şu bahsettiğimden başka gülen insana rastlamadım, çünkü bilirim ki terminaller karşılamak için değil veda etmek içindirler. mezarlıklara işte bu yüzden benzerler. bir de insanlar görürsünüz tek başlarına bavullarını taşıyan. on adımda bir dururlar, çantalarını yere koyarlar, şaşkın şaşkın etrafa bilhassa da göğe bakarlar. insanlar, çocukluğundaki gökyüzünün altında olmayı arzularlar. bu insanların güldüklerini hiç görmedim ben. her gelişlerinde burayı yeni keşfeder gibi şaşkındırlar. zaten buraya tek başınıza geliyorsanız asla sevinç içinde yürüyemezsiniz bu yolu. şüphe, pişmanlık, arzu, merak? bilmem bunlardan hangisi. ama bir kez girmeye görün içeri, dönüş yolunda acıdan başka hiçbir şey kalmaz sizden geri. bu mavişehir’ in belki de tek değişmez yasası. neden mi? kimleri tanıdım otobüs binmezden evvel kendini kaybedinceye kadar içmiş, bazısı uyku haplarıyla gelmiş, kimisi üç gün eve kapanmış buraya alışmamak için. ne fayda! sonuç: ellerinde çağdan hamburgeri, serkan’ ın patlamış mısırı, iğde yaprakları, denizyıldızları, şeytanminareleri, içi kumla dolu kavanozlar... herkes beraberinde bir şeyler götürmeye hevesli. diyeceğim o ki, cennetten bile isteyerek ayrılmak gibi. zehirden acı!  inan ki!"

ortak günah
 aydın bey sokak’ tan aşağı insanı kışkırtan bir yokuş uzanır. hele arka frenler sağlamsa kolay kolay vazgeçemem kendimi bırakmaktan. deniz görülür ilkin, sonra çamlık yeşile bulanarak kayar sağımdan. fazla değil, üç tümsek vardır sadece. ilkinden korkmaya gerek yok. hem diğerlerinden daha alçaktır hem de daha hızlanmamışsınızdır. yakamoz 9’ un önündeki tümsek ise herkesin yumuşak karnıdır. ilk tümseği içim ürpererek geçince daha önce yapmadığım bir şeyi denemek istedim. ellerimi direksiyondan çektim ve iki yana açtım. sırtımı arkaya verip doğruldum. rüzgarı önce bileklerimde sonra koltukaltlarımda hissediyordum. içimi dolduruyor, giysilerimi dalgalandırıyordu. sarıkum sahiline kendinizi bırakırsınız da dalgalar geçer üstünüzden, hani her yanınızı sarıverirler bir anda da içiniz kıpır kıpır olur ya, işte öyle. yüzüm davul derisi gibi gerilmiş, kalbim vücudumun her yanında atıyordu. istediğim oldu, korkuyordum, hem de çok. etrafımdakilerin beni izleyip izlemediğini merak ediyordum ama gözlerimi yoldan ayıracak cesaretim yoktu. henüz çamlığın girişine varmıştım ki apartmanları gördüm – taciser 28 hemen karşımdaydı – sonra da masmavi gökyüzü ( çocukluğumdaki gökyüzü ). avuç içlerimde küçük tümsekler oluşturmuş kum taneleri. her tümseğin ayrı ayrı yandığını duyuyorum. dizlerim de öyle, sıcacıklar. kalkmayı mı akıl edemedim yoksa canım mı istemedi bilmiyorum öyle boylu boyunca uzandım, kaldım. nasıl mutluyum anlatamam. çocukluk ne güzel şey diye düşünüyorum. o zaman da aklımdan geçirmiş miydim bunu bilmem. etrafımdakilerin şimdi beni izlediğine emindim. utandım ama içimde ne kin ne pişmanlık vardı. çocukluk, sadece çocukluk. bisikletim yan dönmüş, arka tekerleği hala dönüyor. bozulmuşsa ya diye hayıflandım. bir çocuk bana doğru yürüdü, bir şeyler söyledi mi konuştuk mu hatırlamıyorum. elini uzattı, tuttum. avuç içlerim nasıl yanıyor. doğruldum. bisikletimi kaldırdı, çamlık’ ın girişindeki banka oturduk. zincir atmış, frenlere de bir şeyler olmuştu sanırım. ( çok sonra bambaşka bir gökyüzü altında, bizler koca adam olmuşken ben yine düşecektim bisikletten. avuç içlerimde aynı sıcak tümsekler, aynı çocuklukla etrafı izlerken aynı çocuk bana doğru yürüyecekti yıllar sonra.) pek konuşmadı. orasını burasını mıncıkladı bisikletin –ben hiç anlamazdım-, sıkıştırdı, çekiştirdi. kıçını seleye koyup iki pedal çevirdi, “oldu.” dedi. teşekkür ettim. şaşırmıştım. sonra kendi bisikletini getirdi. kara bir bisikletti. büyük ve yaylı bir selesi vardı, vitessizdi. televizyonda görmüştüm, postacılar biniyordu bunlara, ondandı. uzun bacaklarıyla geçti bisikletin başına, sürmeye başladı. ben de arkasından sürüyordum. daha fazla korkmak falan istemediğim için ellerimi sıkı sıkıya kenetledim direksiyonun siyah süngerlerine. sanki direksiyon yanıyor, avuçlarım nasıl sıcak. ben o zaman mavişehir’ i pek bilmiyordum, hele dışına hiç çıkmamıştım. akşamüstüydü, kimseye de haber vermemiştim, daha çocuğum. devlet hatun sokak’ ı ardından da sedef koy’ u geçtik sağımızda sadık bir mavilik. yukarılara doğru tırmandık. şimdi istemediğim halde korkuyordum. yine bir yokuşun başına gelmiştik, kendimizi salıverdik. öğretmenler sitesi. evler mavişehir’ deki gibi bitişik değildi. mavi perdeleri falan da yoktu. şaşkındım. hepsinin bahçeleri, bahçelerinde de şeftali ağaçları vardı. kimisi dalları kırılmasın diye tahtalarla desteklenmişti. bir evin bahçesinde durdu, ben de durdum. şeftali koparmaya başladı. korktum bir kopardım. gören olacak diye ama ben de kopardım. sonra beceriksizce pedallara asılıp kaçmaya başladık. arkamızdan kovalayan var mıydı bilmiyorum, sanmıyorum da. denizin kıyısındaki mavi banklara oturduk. güneş batıyordu, biz çaldığımız şeftalileri yiyorduk.  bir yerde okumuştum. çok sıkı dost olan goethe ve müller, her gün buluşur ve hiç konuşmadan otururlarmış."

iskele
 iskelesiz denizler bana karşı hep mesafeli durmuşlardır. onları kolay kolay sahiplenemem. görmediğimiz birkaç sene içerisinde bambaşka yüzlere bürünmüş insanlar gibidirler. hani her gördüğünüzde yeni tanışıyormuş gibi tedirginlikle uzatırsınız elinizi, isminizi hatırlayıp hatırlamadığından emin olamazsınız ya, işte öyle. neyse ki mavişehir’ in bir iskelesi var, hem de yaşayan, duyan tahtalardan. öyle yalnızlık çektiğiniz büyük şehirlerin beton iskelelerine benzemiyor. kumsalın orta yerinde durur ( önceden sedef koy tarafına daha yakındı ), iki sokak lambasıyla aydınlatılmış olmasına rağmen karanlık ( önceden daha aydınlıktı ), hüzünlü bir sığınaktır. burada saklanmak pek mümkün değildir, göz önündedir ama dedim ya mavişehir  saklıyor insanı. saklanmanın en iyi yolunun göz önünde olmak olduğunu düşünenler tünerler daha çok buraya. iskele gündüzleri başkadır. aslına bakarsanız mavişehir’ de birçok şey başkadır gündüzleri. atatürk parkı, okaliptusların arası, iğdelerin altı ve çocuk parkı gibi iskele de büyüsünü kaybeder gündüz vakti. turuncu kolluklarıyla çocuklar denize atlar uçtan. iki varilden yapılmış dubaya yüzmeye heveslidir çoğu da. ben de yüzdüm elbet, insan tuhaf oluyor. hem dokunulmaz hissediyorsunuz kendinizi hem de dokunamıyorsunuz. şöyle bir çıkın da dubaya, bakın etrafınıza. anlayacaksınız. kumsalda güneşlenen orta yaş üstü kadınları, ellerinde kürek ve kovayla beceriksizce kale yapmaya çalışan çocuklar, sade bacaklarını denize sokan yaşlı adamlar ve yaşlı kadınlar, ziya sümer’ de dalgalanan şemsiyelerin sıkkın mavisi, aşk gemisinin önünde bekleşen ve bir batıp bir çıkan renkli takalar, öğretmenler plajı’na yürüyen silüetler, okaliptuslar, yosunlar, iğdeler, yakarcalar… dört yanınız açıksa hem özgürsünüz hem de savunmasız. iskelenin yanı başındaki bu gösterişsiz duba, benim için bir ada provasıydı. duba, “a” harfleriyle çevrilmiş yalnız bir “d” idi. açıkçası ben pek sevemedim, bu yüzden de bir ya da iki kez gitmişimdir.  akşamüstüne doğru kalabalık dağılır, tek tük birkaç kişi kalır, onlar da ya balık tutuyorlardır ya da güneşin batışını bekleyeceklerdir. eğer iskelenin ucunda oturursanız gün batımı çok güzeldir, yanınızda bucağınızda sizi çelebilecek hiçbir şey yoktur çünkü. masmavi bir boşluk üzerinde yiten kızıl bir yuvarlak. gün batarken kumsal kalabalıklaşır. orta yaş kadınlar ve bazen çocuklar, her gün batımında yedi taş atarlar denize ve dilek tutarlar. ailem ve arkadaşlarımla birlikte ömür boyu burada yaşamayı diledim ben hep. olmadı. o yüzden kumsalın kıyısı, kabul edilmemiş dilekler mezarlığıdır benim için. kimler neler diledi de olmadı acaba?
gece yarısı olunca iskele uyanır. o tahtaların sizinle beraber soluduklarına, aşk acısı çektiğine, yalnızlığı düşündüğüne, sarhoş olduğuna inanırsınız. mavişehir’ in tüm yalnızlarının saatler ilerledikçe buraya geldiğini görürsünüz. henüz tenhayken birkaç yabancının gelmesi adettendir. kollarını arkasında kavuşturmuş, mavişehir’ i boydan boya yürüyenlerdir bunlar. gezdikleri, gördükleri bu yerlerin dilini anlamaz, bir ruhu olduğuna inanmazlar. yazlığı bir gecede üç-dört kez amaçsızca arşınlarlar ve nihayet sahildeki banklarda boş boş otururlar. bir de aşık olmadığı halde sarhoş olanlar uğrar iskeleye vaktinden önce. serseri mayın gibi bir orasına bir burasına abanırlar iskelenin, sonra da sıkılıp geri dönerler. iskele sakinlerinin gelme vaktidir artık. etraf tümüyle sessizdir. kıyıdakiler omuzlarına orlon kazaklarını alır, boyunlarına bağlarlar. yavaş yavaş evlerine gidiyorlardır. atatürk parkından kahkahalar duyulur. çocuk parkından sarhoşlar henüz ayrılıyordur, boş salıncakların seslerini duyarsınız. plastik sandalyeler ters çevriliyordur. dalga sesi, iskelenin kederli inlemeleri, iğde kokusu ve rüzgarın nemli nefesi vardır sadece. burası sevgililerin yeri değildir, olmamış da hiçbir zaman. sonradan hatırınıza gelince sizi utandıracak şarkıları söylersiniz hep bir ağızdan. bir-iki kişi gitar çalıyordur mutlak, diğerleri boylu boyunca uzanmış, mavişehir’ in o biricik gökyüzüne bakıyorlardır. gökyüzü de biricik olur muymuş demeyin, olur. herkes biraz içmiştir, herkes biraz aşıktır. karanlıkta yüzlerini seçemediğiniz, isimlerini bile sormadığınız insanlarla kederinizi paylaşırsınız ( işte sizi utandıracak bir şey daha ). mavişehir’ den ayrılmak istemediğinizi düşünürsünüz. ayrılık gününüzün arifesini, son bir kez mavişehir’ in her ücrasını dolaştığınızı, her yerinde soluduğunuzu, doyasıya izlediğinizi hayallersiniz. sonra ayrılık gününüzü, çağdan gazinosu’ nun yukarısındaki “güle güle” yazısının altından geçerken yutkunmakta zorlandığınızı, terminalin kahrolası tozlu yolunu, yanaşan otobüsün bunaltıcı kokusunu, arkadaşlarınıza, sevgilinize sarılışınızı, nafile yere mutlu görünmeye çabaladığınızı, otobüs camından bakmamak için elinizdeki çantanın fermuarını bir açıp bir kapadığınızı, diğer yolcuların yüzündeki kardeş kederi, geri vitesle beraber duyulan ritmik sinyal sesini, lastiklerin ince kumun üzerindeki çıtırtısını, herkesle son kez göz göze gelişinizi, bu kez mutsuzluğunuzu saklamaya çabalamadığınızı ama arkadaşlarınızın ve sevgilinizin sizin istediğiniz kadar üzülmediğini kahrolarak fark edişinizi ve otobüsün mavişehir ’e sırtını dönüşünü düşünürsünüz. burnunuza çok uzaklardan taze ekmek kokuları gelir, ayılırsınız. iskeleye veda etme vakti gelmiş demektir. fırından taze bir ekmek alıp, evinizin balkonunda bu düşündüklerinizi unutmaya çalışırsınız.  demeden edemedim: iskele martısızdır. martısız her iskele gibi yalnızdır. canım iskele, kahrın çekilir."

çocuk parkı
 mavişehir' de iki çocuk parkı vardır. birisi çağdan gazinosu’ yla aşk gemsi arasındadır, diğeri de kumsalın hemen gerisindedir. bu iki parkın birbirlerinden çok ayrı havaları olduğuna inanırım ben. şehirlerdeki parklarda olduğu gibi kel toprak ya da beton değildir zemin. yaz sıcağından iyice kavrulmuş ve sararmış otlar vardır. öyle güzel kokarlar ki, salt bunun için bile gelinir parka. eskiden çayırdaki üstü açık atari salonunda, kahramanının dört kovboy olduğu – bob, stevet, bill ve cormano – bir oyun vardı: sunset riders. o zamanların favori oyunuydu, ben de müptelalarındandım. oyundaki kovboylara özenir, parktaki saman çöplerini dudaklarımın arasında tutar, böylece onlara benzediğimi düşünür, tuhaf bir kardeşlik duygusu hisseder, sevinirdim. benim gibi birçoklarının da ağzında saman çöpleriyle 'takıldığını' bilirdim. şehirlerdeki parklardan farklı olarak gençler gün içerisinde de parkın yakınında hatta bazen köşesindeki banklardan birinde oturuyor olurlardı. oysa şehirlerde daha adaletli bir taksim yapılmıştır. parklar gündüzleri çocuklara, geceleri sarhoşlara, aşk acısı çekenlere, aşkından yerinde duramayanlara ve yalnızlara aittir. mavişehir' de henüz gece olmadan, akşamın ilk saatlerinde yetişkinler parkı işgale başlarlar. genelde kuytu bir köşeye veya parkın duvarına otururlar. eskiden parkın karşısında bir roma dondurmacısı vardı. beyaz renkli demir tenteleri olan küçücük bir dükkandı. dondurmacı nasuh' un tek ciddi rakibi olmuştur. unutulmayan başka dondurmacısı da olmamıştır mavişehir' in roma dondurmacısından sonra. o zamana kadar yalnızca beyaz külahları bilen bizler –ki onları da çoğumuz yemez, dondurma bitince çöpe atardık- ilk kez kornet külahla ve kreple tanıştık. akşamüstü parkın olduğu taraftan mavişehir' e adımınızı atarsanız burnunuza o mis gibi kokusu gelirdi hemen. rengahenk giyinmiş genç kızlar dondurma almak için bekleşirlerdi, belki de bu yüzden güzel genç kızların yanık karamela, süt ve külah gibi koktuğunu düşlerdim. nasuh' un kaymaklı ve çikolatalı dondurması meşhurdu, zaten pek de çeşit yoktu. limonlu, tutti fruttili ( şimdilere kadar gelememiş bir çeşit ne yazık ), karamelli, vişneli ve çilekli vardı bir de. nasuh tat kadar rengi de önemser, biz çocukların dondurmayı tadı için değil rengi için yediğimizi düşünür, bizi de buna inandırırdı. çilekli bulamadığımızda bize vişneli teklif etmesinden çıkarıyorum tüm bunları. roma dondurmacısında ise her çeşidi her an bulabilirdiniz. krokanlı, naneli, kavunlu, kivili ( 'kiwili' yazardı batılı olduğunu göstermek için ), tarçınlı, kahveli, muzlu, ananaslı, ahududulu, çikolata parçacıklı, vanilyalı ( 'sade dondurma'nın nasuh' daki karşılığı kaymaklı, roma dondurmacısındaki karşılığı vanilyalıydı ), cevizli, fıstıklı, fındıklı… yıllardır nasuh' tan dondurma yemiş olan ben ve benim gibi birçokları roma dondurmacısından dondurma almaya utanır, nasuh' a gitmek zorunda hissederdik kendimizi. roma dondurmacısından dondurmayı hep gizli gizli alır, nasuh' un önünden geçmez, yolumuzu değiştirirdik. birkaç gün üst üste öteki taraftan ( roma dondurmacısı 'öteki' dir ) dondurma almışsak, nasuh aymasın diye bir de ondan dondurma alırdık. ne zaman ötekinden sonra nasuh' a gitsem kendimi kötü hisseder, nasuh' un öteki taraftan da dondurma aldığımı bildiğini düşünürdüm. ensesindeki mendil daha nemli, kaşları daha çatık ve alnı daha çok terliyor gibi gelirdi o zamanlar bana. dondurmayı alır ( " bir milyonluk siyah-beyaz olsun abi " ) hiç lafı uzatmadan oradan kaçardım. öteki taraftan dondurma aldığımda da "lütfen nasuh abi' nin haberi olmasın" kabilinden bir bakış atar, karşımdakinin sır tutmayı bilen bakışlarını görünce rahatlar ve keyifle dondurmamı yerdim. zaman geçtikçe sırrımı sakladığı için roma dondurmacısına da borçlu hissetmeye başlamıştım kendimi. nasuh, abiydi ve ona ismiyle seslenirdik çünkü o da bizim gibiydi, bizdendi. öteki ise roma dondurmacısıydı, bir ismi yoktu. nasuh abi yıllar evvel severek evlendiğimiz eşimizdi sanki ve öteki de bizim muhite yeni taşınmış avrupalı bir kızdı. ona her gidişimizde suçluluk duysak da kendimizi alamadık hiçbirimiz. zamanla ötekine sırlarımızı verdikçe durum öyle bir hal almıştı ki, sanki o bize değil biz ona muhtaç olmuştuk. roma dondurmacısı güzel, az konuşan ve yabancı bir kızdı. nasıl olduğunu bilmeden gözden kayboldu ve hiç bunlar olmamış gibi nasuh' a döndük tekrar. artık o da krokanlı, muzlu, fıstıklı dondurmalar yapıyor, yiyebileceğimiz kornet külahları satıyordu. hiç birisi roma dondurmacısı’ nın yerini tutmuyordu tabii. batılı olmak için saçlarını sarıya boyatan kızlar gibiydi artık nasuh ama onu her haliyle seviyor gibi gözükecek kadar mahcuptuk biz de. roma dondurmacısı kapandıktan sonra parkın duvarına erken saatte çöreklenmek için bir bahanemiz de kalmamıştı. artık arsızca içeriye oturuyorduk akşamın ilk saatlerinde. zaman ilerledikçe çocuklarına göz kulak olmak için orada bulunan aileler işgalcilerden rahatsız oluyorlar ve yavaş yavaş parkı terk ediyorlardı. bir zamanlar o yollardan geçmiş olduklarından ve işgalcileri çok iyi anladıklarından parkı boşaltanlar da vardı, hiç mavişehir' de aşık olmadıklarından ya da daha kötüsü hiç aşık olmadıklarından sessiz bir kinle, çıkarken dönüp dönüp işgalcilerin gözlerinin içine bakarak en azından biraz olsun onları rahatsız ettiğini düşünerek oradan gönülsüzce ayrılanlar da vardı. işgalciler de aynı şekilde iki kutuptu: aşıklar ve refakatçileri. aşıklar bu dönüp bakmalardan rahatsız olmazlardı çünkü onların burada olmak için geçerli bir sebepleri vardır: aşk. aşkın her şeye en iyi bahane olacağını herkesten çok onlar bilirdi. refakatçilerse gözlerinin içine çevrilen bakışlar altında ezilirler, onları anlayışla karşılayan eski aşıkların gidişindeki şefkati bile anlayamaz, onlara bile mahcup hissederler kendilerini.
 bir de parkların önünde, yanında, berisinde kurulan tezgahlar vardır. çağdan tarafındakinde kitap satılırdı. tezgahın başında o kitapların hiç birini okumamış, bir tanesine o gün başlayan satıcı ya da satıcılar durur. dikkat edin elindeki kitapların hep ilk sayfalarındadırlar fakat size orada bulunan kitaplardan birini onların hayatlarını derinden etkilemiş gibi anlatırlar ve o kitabı size de dostça tavsiye ederler. kumsal tarafındakindeyse gümüş kolyeler, küpeler, halhallar, bileklikler satılır. yanlarında getirdikleri taşınabilir bir ampulü tezgahın orta yerine koyarlar ve siyah kadife örtü üzerine gümüş takıları dizerler. bir zamanlar pirince isim yazarlardı, bir başka yaz da burcunuza göre uğurlu taşlar satarlardı. uğur getirsin diye ben de onlardan bir tane almış ama takmaya utanmış hep cebimde ya da yastığımın altında tutmuştum. "ikizler burcu musunuz?" diye sorar siz de "evet" derdiniz. günlerdir taşı orada sizin için bekletiyorlarmış havası vererek " ikizler burcunun taşı bu" derlerdi gözleri sevecenlikle ışıldayarak. tıpkı ismimizin yazılı olduğu pirinç gibi bize kendimizi özel hissettirirdi bu taşlar. şansa herkesin, her dönem ihtiyacı olacağı gibi benim de vardı. kimseye görünmemeye çalışarak, burcumu söyleyip hiç pazarlık etmeden ve taşı simli küçük siyah poşetlere koymalarını beklemeden parayı verip uzaklaştım. beni utandıran şansa ihtiyacım olması değil, 500.000 lira verdiğim şu taştan medet umacak kadar çaresiz ve kendimi kaybetmiş olmamdı. bunun o zaman da farkındaydım ama kendimi engelleyememiştim. daha sonraki yıllarda ne isimlerimizin yazılı olduğu pirinçler ne de bu şans getiren taşlar kaldı. üzerlerinde bazı ünlü ve pahalı markaların logoları bulunan yüzükler, bileklikler, kolyeler moda oldu sonradan. bunları alt sınıfa ait gençler alırdı genelde, böylece kızlara zengin olduklarını sezdireceklerini zannederlerdi. üst sınıfa mensup kızlarsa onlara acımadan çok küçümsemeyle bakarlar ve onların duymayacağı bir sesle kikirder, onlarla alay ederlerdi. onların duymamasını isterleri çünkü kendilerine 'bulaşmalarından' korkarlardı. alaya alma nedenleri o yüzüklerin ucuz olması mıydı yoksa çocukların o yüzüklerle kendilerini zengin gösterdiklerine inanacak kadar saf olması mıydı bilemiyorum. çocukların o yüzüklerle kendilerini zengin gösterebileceklerine kendilerinin de inandıklarını sanmam. bence nasıl olsa elde edemeyecekleri bu kızlarla alay etmek için, onları para karşısında her isteklerini yerine getirecek fahişeler gibi görüyor ve bunu kızlara da hissettirmeye çalışıyorlardı. kızlar her ne kadar paraya önem vermediklerini söyleseler de hiçbir zaman pazarcı bir çocukla çıkmıyorlardı. erkekler de farklı değildi tabii ki. mavişehir'de olmadığını umduğum şehirlere has o gizli kast sistemini de o zamanlar fark etmiştim. aşk ve paranın aynı cümlede barınması bile ürkütmüştü beni. peki neden kumsal tarafındaki parkta takı satılıyordu da çağdan tarafındakinde kitap? o zamanlar bulduğum cevabın halen arkasındayım: kumsal aşk, geri kalan her yerse teselli arayacağınız kucaklardır. o yüzden kumsalda şanslı olmaya ve güzel görünmeye ihtiyacınız vardır. çağdan tarafındaki parktaysa kitaplarda teselli ararsınız. başka hikayeler okuyarak kendinizinkini unutmaya çabalarsınız. kumsal tarafındaki park aşkların ilk durağıysa, diğer park onlarca son duraktan yalnızca biridir.  çocuklar ve aileler parktan el etek çektikleri zaman vakit epey ilerlemiştir. kumsal tarafındaki parkta iki arkadaş ( biri aşık, öteki refakatçi ) salıncaklarda isteksizce sallanırlar genelde. her ileri gidişte topuklarını toprağa direyerek toz kaldırırlar ya da sağa sola doğu sallanırlar birbirlerine çarpa çarpa. hiçbir aşık hareketsizliğe dayanamaz zaten. ya bacaklarını sallar durur masa altlarında, ya elleriyle ritm tutarlar, ya da dudaklarını kemirirler endişeyle. bu sallanmalar, salıncakta teselli aramalar da bu yüzden olsa gerek. bazen sarhoşlar gelir. eğer alt sınıfa aitlerse hep bir ağızdan şarkı söylerler. sözlerinden terk edildikleri, kaderin yüzlerine gülmediği, parasız oldukları, çok ve umutsuzca sevdikleri anlaşılır. onlar parktaysa herkes bir anda parktan dışarı kaçardı. ben atatürk parkı'nın karanlık köşelerinden parka yakın olanına oturur onları dilerdim. üst sınıfa ait sarhoşlarsa neşeli olurlar çoğunlukla. ya açık seçik bir şeylerden konuşurlar, ya da uzun eşek oynarlar. çağdan tarafındaki parkın köşesinde ters dönmüş beyaz bir tekne vardır. denize ait her şey eğer karadaysa hüzün verir. bu parkı belki de bu yüzden hep kederle hatırlayacağım. aşk gemisinde yer bulamayanlar, tezgahtan yeni satın almış olduğu kitabın arka kapağını okuyarak hikayeye dair ipucu arayan teselliye muhtaçlar, terminale gitmeden evvel son kez mavişehir'e bir bakmak isteyenler ya da soluklananlar, tekne üstüne oturup dertleşenle, altınkum dolmuşundan inip mccemal'den yengen sipariş eden arkadaşını bekleyenler, mccemal' e yengen fişini vermiş sıranın kendisine gelmesini bekleyenler ve mccemal'den aldığı yengeni yiyenler vardır bu parkta. bir benzerini görmediğim koca bir salıncak vardır ortada. beş kişiliktir ama  serserilik yapıp demirlere çıkarsanız yedi kişi sığabilirsiniz. ben teselliyi ya bu salıncakta ya da şebboy 14'de bulmuşumdur. bir kız sevmiştim mavişehir'de, çocuktum. ertesi sabah gidecekti ve kim bilir onu bir daha ne zaman görecektim. son gecemizi arkadaşlarımızla beraber geçirmiş ve onu evine bırakıp koşa koşa balkona çıkmıştım. yakamoz 9'da oturuyordum ve balkonumuzdan onların balkonu görünüyordu. güzelim, balkona çıkıp benim onu beklediğimi görünce kederle gülümsemişti. ayrılacağımız için onun da üzülüyor olması beni çok mutlu etmişti. mutluluk benim için o 'an'dı. bazen yanına birileri gelir otururdu, bana bakarkenki sevecenliği aniden kaybolur, kendini toparlar, kaşlarını çatardı. ondan yüz bulamayınca içeriye giderdi yanındaki. benim dışımda kimseye sevecenlikle bakmasın isterdim, o da bunu bilirdi sanırım. balkonda yalnız kalır kalmaz tekrar yüzünü benden yana çevirir ve aynı tatlılıkla bakardı. benim yanıma biri gelecek olsa kendini tutamazmış gibi yapıp güler, beni de güldürmeye çalışırdı. mutlululuğu saklayamaz, kendimi ele verince yanımda ya da karşımda oturmakta olan 'diğer' kişi merakla arkasına döner neye güldüğümü anlamaya  çalışırdı. bir saat oldu ya da olmadı, güzelim aynı kederle "elimde değil" dercesine boynunu bükerek içeri girdi. sabah uyanamam korkusuyla ( buna aşk acısı demeye dilim varmıyordu o zamanlar ) tüm gece uyumamıştım. istesem de uyuyamayacağımı biliyor ama bilmiyor gibi davranıyordum. birkaç ay sonra, kış başında tekrar görüştüğümüzü, soğuktan üşüyen ellerini tuttuğumu, kızarmış yanaklarını öptüğümü düşledim huzurla. belki oturduğu evi görürdüm, yatağını, yemek yediği masayı, kalemlerini, defterlerini, salondaki koltuğu, küvetlerini. hiç yoksa, beni görene kadar vakit geçirmek için oturduğu yerleri ( hayallerimde o da benim gibi çok aşıktı ), her gün yürümek zorunda olduğu yolları, onunla olmak için can atan erkeklerle dolu okulunu, tahta sırasını, onun baktığı gökyüzünü, okulu kırdığında gittiği yerleri görürdüm. bazen de bir telefon kulübesinden onu aradığımı, bana başka birine aşık olduğunu ve onu beklemememi öğütlediğini hayal eder kahrolurdum. sabaha kadar hayal kurdum ve nihayet vakit geldi. sessizce giyindim ve kimselere görünmeden onun evinin altında beklemeye gittim. martı 14'ün altına gelince gördüm ki güzelim, beyaz sabahlığı üzerinde, uykudan şişmiş gözlerle beni bekliyor balkonda.  uyuyabilmiş olduğunu fark edince kahroldum ama belli etmemeye çalıştım. hemen aşağı gelemeyeceğini, yarım saat kadar beklemem gerektiğini söyleyince hemencecik apartmanın karşısındaki duvarın dibine oturdum. başımı yukarı kaldırıp tatlı gülümsemesine karşılık vermeye çalıştım. günlüğünden beni sevdiğini yazdığı sayfaları atıyor ben de iştahla okuyordum. " onu sevdiğime inanmıyor sanırım… onu seviyorum… çok güzel gülüyor... küçük bir oğlan gibi utangaç… gitmek istemiyorum…" kederimden ve mutluluktan ölecektim sanki. birden gözlerinin içi parladı, hızla yerinden doğrulup içeri girdi. ben de ayağa kalktım endişeyle. birkaç dakikaya kalmadan martı 14’ün kapısında belirdi ve işaret parmağını dudaklarına götürerek sus işareti yaptı. ikimiz yolun iki ayrı ucundan yürüdük birbirimizi tanımıyor taklidi yaparak. ne kadar toyduk. köşeyi dönünce elimi tuttu, kumsalın arkasındaki parka doğru koştuk. parkın en ucundaki küçük salıncağa oturdu. ben de hemen önündeki ağacın dibine çöküp avucumda taşlar ufalamaya başladım başımı yerden kaldırmadan. ona onu ne kadar çok sevdiğimi, onu hiç unutmayacağımı, sabırla bekleyeceğimi söylemek istiyordum. oysa neredeyse gideceği için mutluydu. kahkahalar atarak sallanıyordu. söyleyeceklerimin sırası değildi demek ki diye düşündüm. arkasındaki denize bakınca ne kadar hüzünlü olduğumu fark ettim. benim suskunluğuma aldırış etmemesine üzüldüm. sevilmiyordum. bir telefon kulübesinde, onun başkasına aşık olduğunu işiteceğim hayalinin gerçekleşeceğine inanmaya başladım. "içimden üçe kadar sayacağım, eğer bakışları bana değmezse beni sevmiyordur" , "eğer şu çocuk kumsala saparsa beni seviyordur, çayıra doğru yürürse sevmiyordur", " şu karınca saman çöpüne tırmanırsa beni seviyordur, yoluna devam ederse sevmiyordur" vakit geldi ve onu uğurlamaya gittim. sarıldığımda bir cevap bekler gibiydim, ondan gelecek bir işaret. "önce o uzaklaştırırsa gövdesini beni sevmiyordur" arkasından el salladım sonra. "dönüp bir kez daha el sallarsa beni seviyordur" ardından koşa koşa kumsalın arkasındaki parka geldim. orayı hiç böyle kederli görmemiştim. parktaki her şey onun beni sevmediğini biliyordu da bana söylemeye yüzleri yoktu sanki. hepsi yüzünü diğer tarafa çeviriyor gibi geldi bana. ağacın altına oturup, avucumda taş ufalamaya devam ettim ağlayarak."

üç okaliptusun altı
 sokak lambasının sızamadığı diğer uçsa sedef koy tarafındaki komşu üç okaliptusun tuttuğu köşedir. kumsalın en gözde yeridir. akşam yemekleri yazlıklarda günün battığı saatlerde yenir. herkes evlerine çekilmiş, balkondaki masalarına tabak, çatal taşır bu saatlerde. birisi salatayı hazırlar, diğeri karpuz keser, ötekisi televizyon başındadır yahut balkonun köşesinden sokağı dikizler, evin yeniyetme kızı boy aynasını karşısına almış kendini izliyordur ve işte bu saatlerde bir tek aşıklar ‘aşağıda’ olur. kumsalın en güvenli saatleridir. kimseden saklanmaya, kimseden kaçmaya gerek yoktur. aşıklardan başka bir tek balıkçılar olur. hele bir ablamız vardır ki, akşamüstü kumsalın orta yerine çöreklenir, mavi kovasını sağ yanına kor, ağzından ‘samsun’ eksik olmaz, oltasını suya salar ve hava iyiden iyiye kararıncaya dek balık tutar. “balıkçıyım” diyecek değme delikanlılara taş çıkarır. güneşin batmasına yakın okaliptusların altını tutar, bu balıkçı ablayı izlerdim. heyecanı bastırmak, zaman geçirmek için. dinginliğin ne olduğunu diğer yarımı beklediğim bu sancılı saatlerde öğrenmişim meğer.
 üç komşu okaliptustan biri duvarın gerisindedir. bu köşede bir de merdiven uzanırdı evvelden yola. her ne kadar kullanılmasa da –çünkü herkes bilir ki iki aşık daimdir aşağıda- tedirgin ederdi yinede. şimdi yıkmışlar o merdiveni. düşündüm de aşk acısını mavişehir’de, bu kumsalda, kim bilir belki bu üç okaliptusun altında çekmiş olmalı bu merdiveni yıkan. okaliptusların gövdeleri kendileriyle tam bir tezat oluşturur. bu ulu ağaçların gövdeleri pek narindir. öyle tatlı, öyle kolay soyulur ki. oturanlardan biri illa ki bu günahsızları yaralar, belki farkında olmayarak. uludurlar, yukarıdan bakarlar insana bu ağaçlar. iğde gibi cana yakın değildirler. altında oturanları gizlemez dalları, hiçbir günaha ortak olmazlar, aşk nedir bilmezler. sevdiğini söylemediği halde seven bir baba gibidirler. ama ben yine de severim, hem de çok severim okaliptusları. çünkü bilirim, gövdesine yaslanıp aşk acısından ağlayan delikanlılar vardır.

güzelyalı’da bir okaliptus
bir palmiyeye vurulmuş karşıyaka’dan
gel gelelim arada koskoca deniz.
ah palmiye, ah okaliptus”
erdoğan çokduru

23 Eylül 2012 Pazar

12 Eylül 2012 Çarşamba

201 yıllık problemi bir Türk çözdü


Mavişehirli Mustafa Töngemer hem matematik öğretmeni, aynı zamanda şair ve besteci.  Kendisinin yazdığı 80'e yakın şiiri sanat müziği türünde bestelenerek TRT repertuvarına alındı. Bunlardan dokuzunun müziği de kendisine ait. Nihavend makamında bestelenen "gel gönlümü yerden yere vurma güzel, gül dururken dikenleri derme güzel" mısralarından hatırlayacağınız şarkının sözleri Mustafa Töngemen'e aittir ve tüm Mavişehirliler tarafından her konserde hep birlikte zevkle okunur.

Mustafa Bey'in matematik dalındaki başarısı da basında aşağıdaki haber ile yer almıştır.

201 yıllık problemi bir Türk çözdü.

20 Mayıs 2004 —  İtalyan matematikçi Malfatti’nin 201 yıllık problemi üç çemberi bir üçgen içine içten teğet olarak yerleştirmeyi amaçlıyor. Probleme çözüm arayan matematik öğretmeni Mustafa Töngemen, 7 yıldan beri problemi çözmek için çalışıyordu. Çözüm için her gün 2 saat uğraşan Töngemen, geçen yıl soruyu çözmeyi başardı. Töngemen, çözümünün uluslararası kurumlar tarafından onaylamasını bekliyor.

Mustafa Töngemer problemin çözümünü şöyle anlattı; “1993’te üç çember için 6 çember kullandım, 6 çemberi 9’a çıkardım. Uğraştım olmadı, sonra köşede bir çember çizdim. Bu çemberden yola çıkarak işlem yaptım ve o çember bana çözümü getirdi. Bir ağustos cuma günü yazlıktaki balkonda, saat 19.40’da kalemi elimden attım, ‘çözdüm’ diye bağırdım.”

Haberin tümü:
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/270762.asp



Malfetti Çemberleri - Problemin Çözümü




Melihat Gülses - GEL GÖNLÜMÜ





ZEKİ MÜREN - Gel Gönlümü Yerden Yere Vurma Güzel Ne Olursun



Gezilerden...

Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik....Mavişehir gezilerinden kareler..

Fotorafların devamı aşağıdaki albümde..

https://plus.google.com/photos/104068870018768432840/albums/5787371109216905409









9 Eylül 2012 Pazar

Mavişehir'den Haberler

 


Medya 73:

Didim Mavişehir Halk Pazarı Görünümü Ve Fiyatlarıyla Beğeni Topladı


Didim"de Mavi şehir mahallesinde kurulan ve yaz aylarında özellikle tatilcilerin akşam saatlerinde alış veriş yaptığı Mavişehir Halk Pazarı yeni görünümü beğeni toplarken, fiyatların uygun olması da tatilcileri ve yerli halkı memnun etti

Devamı...:

http://www.medya73.com/didim-mavisehir-halk-pazari-gorunumu-ve-fiyatlariyla-begeni-topladi-haberi-999006.html

*************************************


Mavişehir Kültür ve Sanat Etkinlikleri (1)


Sanatın bir diğer kolu olan şiir yani sözlü sanat toplumun kendini ifade etmesi için oldukça önemli bir yeri ve anlamı yok mudur? Kişiler kendilerini anlatırken net, öz ya da etkili olmaları o toplumdaki iletişimi güçlendirmez mi?

Bilindiği gibi konuşmak bir sanattır. İmbikten geçirilmiş ya da dikte edilmiş sözcüklerle duygu ve düşüncelerimizi anlatma yeteneğini kazanmak, sözel ya da yazılı sanata olan ilgimizi güçlendirmek için çaba vermeliyiz diye düşünüyorum.

Toplumsal ilişkilerimizde, konuşurken en kısa cümleleri kurmak, kendimizi seçilmiş sözcüklerle en net bir şekilde anlatabilme sanatını kazanmakla kişilerle ilişkilerimizde daha az zorlanırız diye düşünüyorum, ne dersiniz?

Bazen bir olayı çevremize anlatırken sözcüklerin hakkını yeterince vermeyerek ya da yerinde kullanamayarak kendilerini çevrelerindeki insanlara etkili bir biçimde anlatmakta güçlük çekebiliyoruz.

Mavişehir Kültür ve Sanat Etkinlikleri kapsamında yapılan Şiir Günü Etkinliği 04 Ağustos 2012 tarihinde yapıldı.

Mavişehir şiir günümüzde yaklaşık 20 şiir okundu. Okunan şiirler arasında şairi şimdi aramızda olmayanlar da vardı ve çok güzel okundu. Şiirlerin bazıları ise şairi tarafından okundu ve oldukça ilgi çekti.

Devamı....

http://www.gazete2000.com/site/?p=24543#more-24543

*****************************

Archive for the ‘Julia Gül ARSLAN’ Category

http://www.gazete2000.com/site/?cat=82


1919 İstiklal Harbi Gazetesi’nden Başlıklar…1- 13

Yaz Anıları


Bir denizdir önümdeki
uzanan masmavi alabildiğine..
Bir kayalıktır uzaktaki
oldukça sarp ve yükseklerde..
Bir çabalama, telaştır benimki
varmak için tepesine...
O tepeye vardığımda
ayaklarımın altında ki
o maviliğin seyrine daldığımda..
Duyduğum mutluluğu, sevinci,
tatmadım, tadamam bir daha hayatta..



*****************************



Oturmuş iskelenin ucuna
atmışım suya oltamı
zevkle tütürüyorum cigaramı
maksat keyif değilmi
isterse kaçsın balıkların hepsi..






****************************


Ne huzurludur yaz akşamları
Hele birde deniz kıyısı oldumu..
çekirdeğim bir elimde,
alır başıma giderim iskeleye..
tenhadır şimdi bu saatlerde,
herkez yemek boğaz derdinde.
bense doyarım baktıkça
kızılığın üstünde yükselen beyazlığa.
bir yengeç görürüm kayanın üzerinde
kurtarmış afacanlardan yakasını..
o da sürüyor akşam sefasını.....




2 Eylül 2012 Pazar

ZEYTİN AĞACIYIM BEN


Ben,
On bin yaşında bir ermişim.
Ve dünyaya, TUFAN'dan sonra 

                               ilk ben gelmişim.
O gün, bu gün 

Yaşam vermeye çalıştım size zeytinimle yağımla
                               Beğenmediniz
Barışasınız diye ZEYTINDALI gönderdim size
Ak güvercinin ağzında.
                                 Dinlemediniz
Gövdemde  Anadolu kadınına ördüğü,
Güzellikleri sundum size
                                  Baktınız ama görmediniz.
Kısacası, ne kulak verdiniz bana,
ne de sevgi gösterdiniz...


Oysa ki ben,  "ZEYTİN AĞACIYIM"
           Meyvemde yaşam
           Yağımda ışık,
                                Dalımda barış var benim
 Gövdemdeyse gizem
Ben,
tek tanrılı, çok tanrılı, tüm dinlerin kutsal ağacı
Ben,
tüm canlıların baş tacıyım.
Bana bakıp geçmeyin!
                                   Yaklaşın ve beni görün
Çünkü ben,
         KÖKLERİ ÖPÜLESİ ZEYTİN AĞACIYIM.


Prof. Dr. Suat Çağlayan

Mavişehirli Sayın Çağlayan Trabzon doğumludur. A.Ü. Tıp Fakültesini bitirdi. Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü görevinden sonra 21. Dönem İzmir Milletvekili olarak parlementoya girdi. Kültür Bakanlığı görevinde bulundu. "Zeytin Ağaçları" konulu 7 fotoğraf Sergisi açtı.

MAVİŞEHİR POSTASI

Zeytin ağacı gibi kök salmıştır Mavişehirliler, kopamaz bu topraklardan, dalları sarıp sarmalar sizi,  huzur verir.  Kiminin çocukluğunu, kiminin gençliğini yaşadığı yerdir burası...bir tatil sitesi konumunu aşıp, yaşayan efsanelerin olduğu bir yere dönüşmüştür.  Bu efsane hikayeleri bize anlatacak az sayıda kişi kaldığından artık bir araya gelip bu güzel anıları kalıcı bir hale getirmenin zamanıdır diye düşündük ve Mavişehir Postasını başlattık.  


1 Eylül Dünya Barış gününde yayına başlayan bu postadaki güvercinler size  Mavişehir sakinlerinin Atatürk sevgisi, dostluk ve dayanışma içindeki aktiviteleri ve yaşantılarından haberler getirecek.     Mavişehirde kısa bir süre kalmış veya buraya hiç uğramamış olabilirsiniz,  ama eminiz bir kere yolunuz buraya düştümü artık sizde  bu samimi ve içten topluluğun ruhuna ve canlılığına kapılacak ve  birer Mavişehirli olacaksınız :)  

Hepinizi bu güzel insanların aktivitelerini, anılarını, şiirlerini okumaya davet ediyoruz.